2 Ocak 2019 Çarşamba

Çok sesli, çok uluslu bir büyük şehir; Brüksel...



Sabah erkenden  kalkıp eşyalarımızı topladık ve Verdi Restoran’da muhteşem bir kahvaltının ardından güzelim Brüj’e veda ederek Brüksel’e gitmek üzere istasyona doğru yola çıktık. Otelimizin 100 metre ilerisinden bindiğimiz otobüs, kısa bir şehir turunun ardından bizi istasyona  götürdü.  Biletimizi gidiş- dönüş aldığımızdan tren saatine bakıp doğruca perona geçtik.  Tren biletleri tüm gün geçerli olduğundan saat sıkıntısı yok, isterseniz gün içinde gidip dönebilirsiniz. 


Kahvesiz olmaz :)

Bence Belçika gezimizin en keyifli yanlarından biri bu tren yolculuklarıydı.

Yazıma şöyle bir tespitle başlasam sanırım yanlış olmaz; Brüj mucizelerle dolu bir masal ise Brüksel başını okurken sonunu tahmin ettiğiniz bir roman. Elbette büyük, kalabalık ve kozmopolit. Tabii bunu söylerken olaya Belçika ölçeğinde bakmayı da unutmamanızı tavsiye ederim, zira ülkenin toplam nüfusu zaten 10 milyon.  Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu, Avrupa Konseyi ve NATO’nun merkezine ev sahipliği yapan Brüksel, Avrupa’nın başkenti sayılıyor.  Bu kurumlar ve bunlara bağlı diplomatik kuruluşlarda çalışan insanlar ile onların ailelerinin nüfusun yaklaşık dörtte birini oluşturduğu söyleniyor. Brüksel’in bu Avrupalı kimliğinin yanında, çoğunluğunu Afrika kökenli göçmenlerin oluşturduğu bir de etnik kimliği mevcut. Kent yaşamı içinde Afrika’lı bir garson, Asya’lı bir taksi şoförü ya da Türk bir kasiyer olarak karşımıza çıkan bu etnik çeşitlilik insanı hiç rahatsız etmese de, sokaklarda dilenen çok sayıda insan olması ve havaalanı ya da tren istasyonu gibi korunaklı yerlerde banklarda yatan evsizler beni oldukça etkiledi.  Daha önce gittiğim Avrupa şehirlerine göre sayı oldukça fazlaydı.
Bu kozmopolit yapı yeterince şaşırtıcı olsa da,  Noel zamanı gittiğimiz için kente akın eden turist sayısı  ve çeşitliliği beni hayrete düşürdü. Dünyanın hemen her yerinden binlerce insan, Avrupa’nın en büyük Noel pazarının kurulduğu bu kenti görmeye gelmişti. Zaman zaman sokak ve meydanlarda yürümekte zorlandık diyebilirim.


Brüksel'in kalbi; Grand Place

Evet bu kısa bilgileri paylaştıktan sonra gezimize kaldığımız yerden devam edelim… Brüj yazımda da belirttiğim gibi Brüksel gezisini planlarken uzun yıllardır orada yaşayan ve benim üniversiteden arkadaşım Berrin'den bilgi ve destek almıştım. Brüksel'deki ilk günümüzü birlikte geçirmek üzere planladığımızdan otelde buluşmak üzere sözleşmiştik. Biz trenden otele giden ulaşım alternatiflerine bakınca en kısa yolun yürümek olduğuna karar vererek yola koyulduk. Elimizde bavullarla biraz zor olsa da 15 dakika gibi kısa bir sürede otele vardık. Ve Brüksel'deki otel seçimi de bingo! Otelimiz İbis  Brussels City Centre, Sainte Catherine bölgesinde hatta St. Catherine kilisesinin tam arkasındaydı. Yani yine şehrin merkezinde ve yine tüm popüler yerlere yürüme mesafesindeydi. Üstelik kentin en büyük Noel pazarının ve dönme dolabın tam otelin önünde kuruluyor olması da bizim için güzel bir sürpriz oldu. 



Sevgili arkadaşım Berrin'le lobide buluşup biraz hasret giderdikten sonra attık kendimizi Brüksel sokaklarına. Yanımızda iyi bir mihmandar olduğu için ilk gün bizim için çok keyifli ve verimliydi. Grand Place'dan başlayan gezimiz genişçe bir daire çizerek yine aynı noktada son buldu. Biz bu turu yalnız yapsaydık muhtemelen daha uzun sürecek ve bazı yerleri atlamak zorunda kalacaktık. 


Gezimize bira - patates ikilisiyle başlamak şart oldu elbette.
Grand Place, Brüksel'in en büyük ve en kalabalık meydanı. Belediye Sarayı ve Kent Müzesi başta olmak üzere 14. yüzyıldan günümüze ayakta kalan pek çok tarihi yapıya ev sahipliği yapıyor. Ayrıca meydanın çevresinde yemek yiyebileceğiniz ya da bir şeyler içebileceğiniz kafe ve restoranlar küçük molalar için ideal. Biz Noel zamanı gittiğimiz için meydana kurulan Noel ağacı, çevresindeki Noel pazarları ve hava karardıktan sonra her yarım saatte bir yapılan ses ve ışık gösterisi ne kadar doğru zamanda geldiğimizi bir kez daha hatırlattı.

Belediye Sarayı
Binaların üzerindeki rakamlar yapılış tarihini gösteriyor.
Meydandaki Hard Rock Cafe'den Bahar'ın koleksiyonuna bir parça daha ekledikten sonra sokak aralarından yolumuza devam ettik. Yol üzerinde dantel, çikolata ve waffle dükkanları davetkar vitrinleri ile bizi çağırsa da pek itibar etmedik. 

Belçika Kraliyet Kütüphanesi 

Turumuz sırasında içinden geçtiğimiz bu park, kütüphanenin hemen yanında yer alıyor. Bitkilerin oluşturduğu resim çok başarılı bir peyzaj tasarım örneğiydi. Ayrıca oturup soluklanmak için yine doğal malzeme ve bitkilerden yaptıkları banklar, özellikle ilkbaharda güzel bir alternatif. Şehrin pek çok yerinde rastladığımız parklar ve botanik bahçeler Brüksel'in en yeşil Avrupa şehirlerinde biri olduğunu kanıtlar nitelikte

Yol üzerinde rastladığımız bir diğer önemli yapı Enstrüman Müzesi. Ünlü İspanyol mimar Gaudi'nin eserlerini andıran mimarisiyle ön plana çıkan yapı, müzik tutkunlarının mutlaka görmesi gereken enstrümanlara ev sahipliği yapıyor.


Aziz Coudenberg Kilisesi (Saint Jacques sur Coudenberg), alışageldiğimiz kilise mimarisinden oldukça farklı çizgisiyle Helenistik esintiler taşıyan bu yapı Kraliyet Kilisesi olarak da adlandırılıyor. 

Turumuzun en önemli bölgelerinden birine doğru ilerlerken meydanlara çıkan caddelerin bazılarının polis tarafından kapatılmış olduğunu gördük. Fransa'da başlatılan ve tüm dünyanın yakından izlediği "Sarı Yelekliler" eyleminin Avrupa'nın başkenti Brüksel'e de sıçradığını öğrendik. Bir kaç fotoğraf çekerek bölgeden ayrılmak zorunda kaldık çünkü hem güvenlik açısından hem de içsel olarak çok huzurlu bir ortam yoktu haliyle.


               Bir saray hatırası çektirmeyi de ihmal etmedik tabii :))

Avrupa kurumları bu yolun sonundaki binaların arka tarafında kalıyor. Olaylar da tam bu noktada olduğundan maalesef oraya gidemedik.
Kraliyet sarayının tam karşısında yer alan Brüksel Parkı, buraya sıcak mevsimde gelecek gezginlerin dinlenmek ve fotoğraf çekmek için ilk tercihi olacaktır.





















Arkadaşım Berrin'in tabiriyle denizi olmayan Ortaköy diye -tabii eski Ortaköy olarak belirtmeden edemeyeceğim-  tanımladığı Sablon bölgesi, şık mağazaları, kafeleri, antikacı dükkanlarıyla görülmeye değer. Bazı çikolata dükkanlarının vitrininde yer alan dev çikolata heykellerini ki şöyle söyleyeyim büyükçe bir kayık veya bir kutup ayısını gerçek boyutu ile görünce, yediğiniz avuç içi kadar çikolata öyle önemsiz geliyor ki sırf bu yüzden bile gitmeli insan Brüksel'e :)) Antika merakınız varsa Sablon meydanında her hafta sonu antika pazarı kurulduğunu da hatırlatalım. Noel zamanı olduğundan aynı meydana Noel pazarı kurulmuştu, o nedenle biz pazarı gezemedik. 


Notre Dame du Sablon Kilisesi.


Makaronun zirvesi Pierre Marcolini'den makaronlarımızı da alıp kendimizi yokuştan aşağı Grand Place'a doğru yuvarladık. Yol üzerinde uğradığımız Galeries Royales St.Hubert 1847 yılında açılmış. Geçmişte dönemin ünlü simalarının edebiyat söyleşileri yaptıkları bu görkemli pasaj, günümüzde bana pek cazip gelmedi açıkçası. Bir kaç lüks mağaza, şapkacı, eldivenci ve bolca çikolatacı ile fazla ticari ve turistik bir havası vardı.


Galeries Royales St.Hubert 
Borsa binası önünde şarkı söyleyen "Noel Baba"lar :)







Akşam yemeği için bizi davet eden Berrin ve eşi Bop'un evine gitmek üzere yola çıktık ancak yol üzerinde yine Brüksel'in sembollerinden Atomium'a uğramayı ihmal etmedik. Atomium 1958 yılında Expo fuarı için yapılmış. Demir kristalinin 165 milyar kez büyütülmüş görüntüsünden esinlenilerek inşa edilen bu yapının aslında fuardan sonra kaldırılması düşünüyormuş. Ancak çok ilgi çekince bir süre daha kalmasına karar verilmiş ve gördüğünüz gibi günümüze kadar halen ayakta.  Üst kattaki kürede bir kafe restoran bölümü bulunuyor. Manzarası güzel, ancak yemek pişirme ünitesi bulunmadığından, yiyeceklerin dışarıdan hazır gelip  burada ısıtılarak servis edildiğini, dolayısıyla beklentilerinizi düşük tutmanız gerektiğini de hatırlatmak isterim. 



Daha önce de belirttiğim gibi akşam yemeği için Berrin ve Bop'un evine davetliydik. Berrin'lerin evi Brüksel'in Flaman bölgesinde. Az katlı evlerin olduğu, yeşili bol, sessiz, sakin ve genel havadan anladığım kadarıyla nezih bir bölge. Önce güzel bir Belçika birası ile başlayan sohbetimiz, Berrin'in lezzetli raclette mönüsü ve Bop'un zengin şarap kavından bizim için seçtiği muhteşem şaraplar eşliğinde geç saate kadar sürdü.

Bu fotoğrafı sosyal medyada paylaştığımda altına şöyle yazmıştım; "dünyanın başka bir ülkesinde, sanki hiç ayrılmamış gibi buluşacağın, seni sofrasında ağırlayacak dostları olmalı insanın. Ne şanslıyım, teşekkürler Berrin'cim, teşekkürler Bop." 
Brüksel'de geri kalan zamanımızı kızımla baş başa geçirdik. Aldığımız tüyolar doğrultusunda yedik, içtik, gezdik, alış veriş yaptık. Her köşe başında kurulan Noel pazarları en önemli uğrak yerimizdi. Benim için Noel pazarının olmazsa olmazı da "glühwine" yani sıcak şarap tabii ki.



Tabii Brüksel deyince İşeyen Çocuk heykelinden bahsetmemek olmaz. Hakkında pek çok efsane anlatılan  bu minik ama gerçekten minik heykel, hiç şüphesiz şehrin en popüler noktası. Biz Brüksel'deki son günümüzde ziyaret ettik kendisini. Hava çok soğuk ve yağışlı olmasına rağmen başı her zamanki gibi kalabalıktı :)) Aslında heykel normalde çıplak ama yaklaşık 500 farklı kostümlük bir gardırobu olduğunu ve özel günlerde giydirildiğini de belirteyim. Bu arada İşeyen Çocuk heykelinin her türlüsünü ve pek çok farklı boyutunu şehrin hemen her yerinde göreceğiniz gibi, hediyelik eşya dükkanları da bu küçük heykelin görselleri ile bezenmiş objelerle doluydu. Yani kendisi küçük ama marifeti büyük bir pazarlama harikası.


Noel kıyafetini giymiş İşeyen Çocuk
Noel zamanı olduğu için yemek konusunda çok şanslı olduğumuzu söyleyebilirim aslında. Çünkü şehrin her yerinde kurulan pazar alanlarındaki yiyecek standlarında sunulan, dünya mutfaklarından farklı seçeneklerle son derece pratik ve ekonomik şekilde karnımızı doyurduk.  Ama tüm Belçika'da olduğu gibi deniz ürünleri çok favori. Bunun için de ekonomik bir seçenek istiyorsanız St. Catherine meydanındaki Nordzee tam size göre. Hem yemekler güzel hem de personel çok eğlenceli. Mesela bahşiş verdiğinizde adınızı anons  edip herkese alkışlatıyorlar. Yine bu meydana yakın Nona ise arkadaşımın söylediğine göre tam bir İtalyan. Biz burada yemedik ama tatilde "pizzasız yapamam" diyenlerdenseniz ve biraz kuyrukta beklemeyi göze alırsanız kesinlikle tavsiye ederim.  Bir kaç tavsiye daha vermem gerekirse;

1.Baştaki Kriek meşhur vişneli bira, diğer üçü de arkadaşımın tavsiye ettiği ve benim çok beğendiğim biralar. Ama en çok derseniz Karmeliet derim. 2. Yine tavsiye; ülkede pek çok çikolata markası var ama bunlar gerçekten çok iyi. Diğer bir tavsiyede çikolataları kendi mağazalarından almak yerine büyük marketlerden alın. Aynı markalar orada daha uygun fiyatta. 3. Borsa binasının yan sokağındaki Grand Le Cafe'de kahve için. Waffle'ı çok kötü ama kahvesi muhteşem. 4.Zeemesser yani deniz bıçağı, bizdeki adı kılıç istiridye. Bulursanız mutlaka yiyin. 5. Denemek isterseniz istiridye de her yerde satılıyor. Tanesi 3,5 Euro. 
Yazımın başında bahsettiğim Grand Place'deki ışık ve ses gösterinden bir bölümü sizlerle paylaşmak isterim. Elbette canlı izlemek ve şovun içinde olmak çok daha büyüleyici. Ama yine de beğeneceğinizi düşünüyorum.



Bahar uzaklara dalıp buraya tekrar gelmenin planlarını yaparken ben de" karmeliet"le kendimce veda ettim bu güzel ülkeye. 


Güzel duygular ve anılarla bir ülkeye iki şehre daha hoşça kal dedik. Belki başka mevsim, belki yakın, belki uzak bir zamanda tekrar görüşmek üzere sözleştik. Bakalım kısmet...