10 Eylül 2019 Salı

Kışın ayrı yazın ayrı güzel; Kavala.



Uzun zamandır özellikle Yunanistan bizim gibi gezginlerin birinci tercihi olduğundan, gümrüklerde yaşanan yoğunluk nedeniyle bayram tatillerinde İstanbul’dan bir yere kıpırdamıyoruz. Bu sene de aynı fikirde olmamıza rağmen, sıcak hava bir yandan İstanbul’un boğuculuğu bir yandan bayramın son günü attık kendimizi Kavala yollarına.


     
Sabah 05.30’da Bakırköy’den yola çıktık. Son dönemlerde hep yaptığımız gibi termosta çayımız hazırdı. Sabah erken saatte trafik olmadığından otobana dönmeyip E5’den yolumuza devam ettik. Marmara Ereğlisi civarında gördüğümüz bir pastaneye uğrayıp fırından yeni çıkmış poğaçaları da alınca değme keyfimize. Radyoda güzel bir müzik, biz yol aldıkça yanımızdan akan yaz manzaraları, demli çay ve sıcacık poğaça, seyahatin ilk saatlerinde bize “ iyi ki yola çıkmışız” dedirten küçük detaylardı.  Hem zaman kazandıran hem de keyifli yol kahvaltısını tavsiye ederim.
Sorunsuz geçtiğimiz gümrüğün ardından Avrupa Otoyolu’nda bu kez radyoda çalan Yunan ezgileri ve komşu topraklardaki manzaralar eşliğinde güzel bir yolculukla saat 11.00 de Kavala’ya vardık. Aslında bizim otelimiz Kavala merkezde değildi, yazlıkların olduğu Kalamitsa koyundaydı.



Yaz dönemi gideceklere kesinlikle burada kalmalarını tavsiye ediyorum. Organize bir plajı yok belki ama benim gibi yüzünü denizde yıkamak isteyenlerdenseniz ya da plaj dönüşü “denize doyamadım bir dalıp çıkayım sonra odaya giderim” diyorsanız ve hatta tatiliniz dolunaya denk geliyorsa ve gece denize girme tecrübesi yaşamak istiyorsanız – ki biz bunu yaptık  – kesinlikle Kalamitsa size göre bir yer.


Dolunayda denizin tadını çıkaranlara gecenin ilerleyen saatlerinde biz de katıldık.



Üstteki fotoğrafta da göreceğiniz gibi hemen yanımızda beş yıldızlı bir otel vardı. Bu beş yıldızlı otel, koyu kapatmadığı gibi özel plajı bile yoktu.  Sosyal medya hesaplarımdan turizm bakanı, tatil beldesi belediye başkanlarını da etiketleyerek paylaştığım bu konuya bir kez daha dikkat çekmek istedim. Hepimiz aynı yerden denize girdik. Hatta akşamları Kavala merkeze inerken otopark sorunu olduğu için arabamızı almadık ve otelin resepsiyon görevlileri bize her akşam taksi çağırdı sağ olsunlar. 

Otelimiz Beach Side II, denize sıfır konumu, dekorasyonu, temizliği, konforu ve tüm ihtiyaçlara cevap veren eşyaları ile bizden tam not aldı. Apart tarzındaki otel aile işletmesi. Sahipleri gerçekten çok misafirperver ve içten insanlar. Sabah sekiz buçukta kapımız çalınıp elinde sıcacık el açması börekle otel sahibinin annesini karşımda görünce ne diyeceğimi bilemedim gerçekten. Stella ve ailesine bu vesileyle bir kez daha teşekkürler.



Odamızın muhteşem manzarası ve şahane balkonumuz.

Otele sahibemizin bizim için hazırladığı
serin meyveler ve buz gibi bira, tüm yol
yorgunluğumuzu alıp götürdü.  

Sabah uyanınca havluyu omuzuna atıp
denize inmek, ardından bu güzel manzaraya
karşı kahvaltı...Daha ne olsun.


Yanı başında Μασούτης (Masoutis) market olması da otelin konumunu biraz daha değerli kılan bir ayrıntıydı benim için :)) İlk akşam plaj dönüşü hemen kahvaltılık ve içecek alışverişini yaparak dolabı doldurduk. Kısa bir tatil olduğu için öğle ve akşam yemeklerini dışarıda yedik ama uzun tatil için gidenler kesinlikle birkaç akşam evde yemeli bence. Çünkü fırın dahil tüm mutfak eşyaları var. Ayrıca şahane bir balkon ve manzara yemeği şüphesiz çok keyifli hale getirecektir.


Kavala deyince aklımıza ilk gelenler Kavala kurabiyesi ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa elbette.  Zevkler ve renkler tartışılmaz ama ben iki farklı yerden aldım, bir tanesi merkezde ve herkesin bildiği kapısında Türkçe yazıların olduğu ve en iyisi olduğunu iddia eden mavili beyazlı dükkan. Diğeri de Oceanis Otel’in altındaki kurabiyeci.. Kesinlikle tavsiyem ikincisi. Fiyatları biraz pahalı ama lezzeti için değer bence.





Kavalalı Mehmet Ali Paşa ise çoğumuzun bildiği gibi tarihte önemli yeri olan bir komutan. Kavala’da doğmuş, Mısır’a vali olarak atanmış, bölgedeki pek çok ayaklanmayı bastırmış ancak sonra Osmanlı Devleti'ne baş kaldırmış hayli renkli bir kişilik. Mehmet Ali Paşa, her ne kadar ömrünün son yıllarını Mısır’da geçirip orada ölmüş ve gömülmüşse de, doğduğu topraklarda kendisine sahip çıkılmış ve Kavala’daki evi restore edilerek, müzeye çevrilmiş. 


Kahve molası.






















Kavala’ya gitmişken birkaç saatinizi ayırıp önce kaleye çıkan dar sokaklarda kaybolabilir, kaleye vardığınızda muhteşem Kavala manzarasında soluklanabilir, dönüşte de yolunuzun üzerindeki müzeye uğrayabilirsiniz.






Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın evi artık müze olarak ziyaretçilerini ağırlıyor.


Gelelim nerede ne yenir, ne içilir, nerede denize girilir kısmına. Bizim gibi Kalamitsa’da kalacaksanız Selanik’e doğru sahilden giden yolu takip ettiğinizde yaklaşık 20 – 25 kilometre mesafede pek çok yerleşim yeri ve plaj bulabilirsiniz. Bunlardan en önemlisi Batis . Büyük bir koyda ve yeşillikler içinde yer alan tesis, plaj, kamp alanı, yüzme havuzu, çocuk oyun alanları, kafeterya, taverna, beach bar gibi her ihtiyaca cevap verecek şekilde planlanmış. Batis’e giriş kişi başı 1,5 Euro. Biz gittiğimizde Yunanistan’ın bayramı olduğundan aşırı kalabalıktı, bu nedenle tercih etmedik. Ama sakin zamanlarda tercih edilebilir. Biz ilk gün daha önce arkadaşlarımızdan öğrendiğimiz işletmecisi de Türk olan bir otelin plajından denize girdik. Palaio Tsifliki kasabasında bulunan Hotel Akti’nin yanında güzel bir de kilise var, merakınız varsa ziyaret edin. 









Şansımıza deniz pek keyifli değildi o gün.  Ana mutfak da saat 14.00’de açıldığından aperatif bir şeyler yedik ama açıkçası yoldan geldiğimiz için çok aç ve leziz yunan mezelerine yumulma hevesinde olduğumuzdan biraz hayal kırıklığı yaşadık diyebilirim.


Hotel Akti'nin bahçesi çok keyifli.


Yukarıda bahsettiğim mesafeler içinde Nea Peramos en gelişmiş ve hareketli yerleşim yeri. Çok sayıda güzel ve başarılı taverna var. Ancak sahil bandı çok dar olduğundan neredeyse hiç birinin önünde ya şezlong yok ya da sadece üç beş tane olduğundan yer bulmak imkansız. Ama “uzun bir yemek yerim arada da kalkar bir deniz yapıp serinlerim” diyorsanız beğendiğiniz birine oturun. Kavala’nın İskeçe’ye doğru olan tarafında da (Nea Kavala’ya kadar) sahilde önü plaj olan pek çok taverna var. Biz dönüş yolunda gördüğümüzden gidemeyip bu bölgeyi bir sonraki seyahatimize bıraktık.

İlk akşam yorgun olduğumuz için yakınlarda bir yer var mı diye araştırırken ev sahibimizin fikrini de sorduk. Ve onun tavsiyesi ile balkonumuzdan da görünen Ταβέρνα Όστρια’yı (Ostria) tercih ettik. Otele yürüme mesafesindeki bu taverna, denize sıfır konumu, personelin ilgisi ve fiyat kalite dengesi açısından son derece memnun ediciydi. Çok memnun ayrıldığımız için başka bir gün öğlen yemeğinde de tercihimiz oldu.


Bu güzel sofraya eşlik eden dolunay eşsiz bir manzara oluşturdu.


Kışın sahilden topladıkları çerden çöpten yapılan güzel tablolar Ostria Taverna'nın duvarlarını süslüyor.
Her biri ayrı bir sanat eseriydi gerçekten.


İlk günün yorgunluğunu attıktan sonra iki akşamı Kavala’da geçirdik. Daha önce de belirttiğim gibi Kavala’da ciddi bir park yeri sorunu var. Bu nedenle biz akşamları taksiyi tercih ettik  ve 3 – 4  Euro ödeyerek gidip geldik. Kavala tarihi dokusu, çarşısı, sahili, tavernaları, kafeleri ile çok güzel ve hareketli bir şehir. Ben size özellikle sahilde neredeyse her gezginin tavsiye ettiği meşhur ve turistik tavernalardan değil de daha ziyade yerel halkın gittiği hem lezzet hem  de fiyat açısından kesinlikle Kavala’nın bir numarası diyebileceğim tavernadan bahsedeceğim; Gorgones & Magkes. 



Eski çarşıda klisenin hemen arka sokağında bulunan tavernada beş kişi hakkını vere vere yedik içtik ve 66 Euro hesap ödedik. Özellikle ızgara karides efsaneydi. Üstüne bir de hepimize sevdiklerimize göndermek üzere birer kartpostal verdiler. Biz süremiz kısa olduğundan bu sefer gönderemedik ama bir dahaki gidişimizde söz hepinize oradan kartpostal göndereceğiz.


Bize Gorgones&Magkes'i tavsiye eden dostlarımızla keyifli bir akşamı ve şahane bir sofrayı paylaştık.

Ara sokakta yer alan  Gorgones&Magkes’e giderken canlı müzik olan birkaç taverna da gözümüze ilişti. Dönüşte oturup müzik dinleyelim ve de bir şeyler içelim dedik ama çok yoğun olduklarını, bu nedenle yemek için gelenleri tercih ettiklerini söylediler dolayısıyla oturamadık.
Dar sokakları, keyifli mekanları, balıkçı kasabasını andıran atmosferi, insanı rahatsız etmeyen cıvıl cıvıl yoğunluğu ile Kavala, bundan sonra tatil tercihlerimizden biri olacak.

19 Mart 2019 Salı

Datça ve Badem Çiçekleri


“Kibrit çakıyorsun karanlıkta
badem çiçeklerini görmek için
Ve mart denizlerinde tedirgin bir çift
sarnıç gemisi gözlerin
Bir iş açacaksın sen başımıza
yangın mı olur artık, bahar mı?
Can Yücel




Çok ihtiyacım olan bir zamanda, sevgili dostum Yeşim’in “badem ağaçları çiçek açtı, Datça’nın tam zamanı, gidelim mi?” teklifiyle bir anda kendimi bavul hazırlarken buldum. Yeşim senelerdir yılın bu zamanı yani Şubat ayında çiçek açan badem ağaçlarının güzelliğinden bahseder ve görmek istediğini söylerdi. Nedense ben pek heves etmemiştim doğanın bu muhteşem şölenine şahit olmaya. Datça’ya daha önce yaz mevsiminde bir kez gitmiş ve çok kısa kalmıştım. Klasik yaz kalabalığı, deniz, güneş tatili bir de üstüne Temmuz sıcağında zorlu Datça yolları eklenince pek de gidilesi bir coğrafya gibi gelmedi bana demek ki. Dedim ya tam zamanında sevgili dostumdan böyle cazip bir teklif gelince hiç düşünmeden evet dedim.
Üç günlük bir seyahat planladığımızdan badem çiçeklerini görebileceğimiz köylere gitmek dışında daha pek çok şey için de bolca zamanımız vardı. Bu süreyi en verimli şekilde değerlendirmek için hemen bir araştırmaya giriştim. Ancak Datça deyince genelde yaz gezginlerinin yazdığı blog ve gazete yazıları çıktı karşıma. Datça’da kış tatili ve özellikle badem çiçekleri zamanıyla ilgili o kadar az doküman bulabildim ki dönüşte mutlaka yazmam gerektiğine karar verdim.
Sonuçta 22 Şubat’ta soğuk bir İstanbul sabahından 06.30 uçağıyla Dalaman’a uçtuk. Daha önce rezervasyonunu yaptığımız aracımız ve Rentgo’nun yetkilisi Süleyman Bey kapıda bizi bekliyordu. Hızlıca işlemlerimizi yapıp şahane bir havada yola koyulduk.



Karnımız iyice acıkmıştı ve tatil moduna hızlıca giriş yaptığımızdan yol üstü mola noktalarını kaçırmaya hiç niyetimiz yoktu. İlk durak Marmaris yolu üzerindeki dev okaliptüs ağaçlarının arasından geçerek ulaştığımız Akçapınar tostçusu oldu elbette. Çocukluğumuzun lezzetini anımsatan karışık tost ve taze sıkılmış nar suyu ile kahvaltımızı yaptıktan sonra, azmak kenarında birkaç fotoğraf çekip yola devam ettik. 



Uygun mevsimde Akçapınar azmağında
kano gezileri ve
tekne turları yapılabiliyor.



















Datça’daki otelimize yerleşmeden önce yol üzerinde Eski Datça’ya uğrayıp ikinci molamızı vermek çok iyi geldi. Bizim gibi birkaç gezgin dışında güzel havayı fırsat bilip kapı önlerine sandalye atan mahalle sakinleri, hem güneşin hem de sohbetin tadını çıkarırken biz de tablo gibi sokaklarda kendimizi kaybettik. 




Yol yorgunluğumuzu atmak, hem biraz soluklanıp hem de soğuklanmak :)  için Ede Kafe karşımıza çıkan vaha oldu adeta. Eski Datça'ya gittiğinizde mutlaka uğrayın, çok keyif alırsınız.
Elbette Eski Datça'ya gelmişken Can Baba'nın mekanına uğrayıp büyük şaire selam vermeden geçemezdik. 

İlk gün hava çok güzeldi, biz de bu nedenle programımızda değişiklik yaparak Mesudiye – Palamutbükü civarına yapacağımız geziyi bu güne aldık. İlk hedefimiz gelin gibi süslenmiş badem ağacı bahçeleriydi ve birkaç haftalık ömrü olan badem çiçeklerinin son demlerine yetiştik. Muhtemelen bir sonraki hafta gidenler meyveye durmuş ağaçlarla karşılaştı. Bu yıl ikincisi yapılan Badem Çiçeği Festivali de Şubat’ın ikinci haftası düzenlenerek ağaçların en yoğun çiçeklendiği döneme denk getiriliyor. Biz festival kalabalığını çok tercih etmediğimiz için seyahatimizi sonraki haftalara bıraktık ancak bu kez de Datça Yüzme Maratonu’na rastlamak hayli sürpriz oldu. Bu konuya daha sonra ayrıntılarıyla değineceğim. 


Daha önce gelip bu muhteşem şöleni görmemiş olmanın pişmanlığı...

...ve de burada olmanın mutluluğu, huzuru ve doğanın mücevherlerine duyduğum hayranlık.

Datça yolları malum virajlı ancak hava çok güzel olduğu için ve de yaz kalabalığı söz konusu olmadığından rahat ve keyifli bir yolculukla kendimizi Ovabükü’ne attık. Tam da akşamüstü, güneş hafiften alçalmaya başlamış, deniz çarşaf gibi ve elbette Poyraz’da bira, patates, kalamar üçlüsü eşliğinde yine bir “iyi ki gelmişiz”  anı. 


Canım arkadaşım dalıp gitmiş kim bilir nerelere... Seneye bu zamanda yine gelmeli dediğini duyar gibiyim. 

Bu mevsimde buralar bir ayrı güzel bence.


Yemek sonrası meze dolabına bir göz atayım derken gözüme takılan tatlılar beni benden aldı ve dayanamayıp sipariş verdim. Özellikle Kıbrıslı tatlısı ve muhallebili badem ezmesini tavsiye ederim. Kahveyle finali yapıp, hava çok kararmadan otelimize dönerek akşam yemeği öncesi biraz da dinlenmek istediğimiz için aklımızı Ovabükü Poyraz’da bırakıp vakitlice yola çıktık.

Şehir merkezinin biraz dışında Türk Evi Butik Otel’de kaldık. Otelimizi otelz.com diye ilk kez kullandığım bir siteden ayırttım ve maalesef aldığımız hizmetten hiç memnun kalmadım. Satın aldığımız oda sitede gösterilen oda değildi, çok küçük ve konforsuzdu. Neyse ki otel işletmecileri başka bir oda ile değiştirerek yardımcı oldular. Yazın gitmeyi düşünenler için otelin konumu son derece uygun çünkü Taşlık plajının nerdeyse dibinde. Ayrıca bahçesi de yaz akşamları için kesinlikle muhteşem. Bizim gibi kış tatilcileri de şömine keyfi yaşamak istiyorlarsa yine doğru adres Datça Türk Evi. İstanbul’dan göçen işletmecilerinin de son derece ilgili ve misafirperver olduğunu ekleyerek gezimize devam edelim.




Akşam Datça oldukça kalabalıktı. Ertesi gün yapılacak yüzme maratonu nedeniyle tüm oteller dolmuş, bazı restoranlar da bu kalabalıktan nasibini almıştı. Ama genel olarak katılımcılar kulüp sporcuları olduğu için yemekler makul bir saatte yenmiş, gayet sağlıklı beslenilmiş ve şimdi akşam yürüyüşü için Datça sokaklarına çıkılmıştı. Biz sadece kışın yolu Datça’ya düşmüş iki gezgin olarak, yemek için geç sayılabilecek bir saatte kendimizi Dutdibi’ne attık. Akşamüstü Poyraz’da biraz fazla kaçırdığımız için pek acıkmamış olsak da, limonata gibi bir havada deniz kenarına kurulan soframızda birkaç ot mezesi ve harika bir beyaz peynir eşliğinde rakımızı içtik.

Ertesi gün programımız oldukça yoğundu. Bu yoğunluk içinde en önemli aktivite de kuşkusuz Datça Açık Deniz Kış Yüzme Maratonu’nu izlemekti. Zira hava fena halde soğumuş, rüzgar artmış, dalgalar büyümüş ve de arada yağmur sağanakları olayı bizim için iyice imkansız kılarken, bu maratona katılmaya gelmiş neredeyse 7’den 70’e yüzlerce cengaver yüzmek için bekliyordu. Hatta hava koşullarının değişmesi nedeniyle maratonun başlama saati ve yeri değiştirildi. 
1500 ve 3000 metre olmak üzere iki etapta yapılan yarışlara 500 civarında yüzücü katıldı. 

Güzel bir organizasyonla iki ayaktan oluşan Datça Yüzme Maratonu gayet başarılı bir şekilde ve gerekli tüm güvenlik önlemleri eşliğinde yapıldı. Biz de kalın mont ve polarlar içinde hala üşüyor olmanın utancıyla katılan tüm yarışmacıları yürekten alkışladık.

Cumartesi Datça’daysanız olmazsa olmazınız Datça pazarı olmalı. Özellikle Ulalı Kardeşler’in peynir ve zeytin çeşitlerinden mutlaka alın. Hatta isterseniz ki biz öyle yaptık adresinize kargoyla da gönderiyorlar. Tabi eğer uçakla geldiyseniz kendinize hakim olun ve abartmayın. Zira bizim gibi hem bagaj fazlası ödemek hem de turp otu, cibes, tilkişen demetleriyle ortaya karışık bir şekilde uçağa binmek zorunda kalabilirsinizJ

Eğer bir şarapseverseniz Datça’da mutlaka uğramanız gereken iki şarap üreticisi var. Knidos Şarapçılık hemen şehrin içinde ama şaşırtıcı bir biçimde de şehirden izole. Kurucusu Giray Erkan, seneler önce İstanbul’dan göçenlerden. Knidos antik kentinin en önemli gelir kaynağının şarap ve sirke ticareti olması gerçeğinden yola çıkarak, asma kütüklerinin peşine düşüyor. Ve uzun uğraşlar sonunda ülkemizdeki üzüm çeşitliliği içerisinde farklı bir genetik yapıya sahip özgün bir çeşit olduğu bilim insanlarınca tescil edilen Knidos Karası’nı üretiyor. Üzüm bağlarının eşsiz manzarası eşliğinde pek çok çeşidin tadına baktığımız Knidos Şarapçılık’tan elbette elimiz boş çıkmadık.

Ardından ikinci durağımız Datça Vineyard, Marmaris yolu 7.km’de Kızlan köyünde. Yol üzerinden kolayca görülebilen büyük bir değirmenin taçlandırdığı bir tepe ve aşağıda üzüm bağları. Burada da Orhan bey bizi hem şarap üretimi hem de kendi şaraplarının özellikleri konusunda bilgilendirdi.

İçerideki şöminenin çıtırtısı, dışarıda ise amansız bir fırtına tadım yaptığımız şaraplara eşlik ederken keyifli bir sohbetin tadını çıkardık. Neyse ki yağmur bir parça azaldığında kendimizi arabaya atabildik tabi yine ellerimiz dolu olarak.

Akşam için daha önceden yer ayırttığımız Fevzi’nin Yeri’ne gitmek için bu kez biraz erken yola düştük. Otelden merkeze yürüyerek gidiyorduk, ancak önce çisentiyle başlayan yağmur az sonra öyle bir hal aldı ki Taşlık plajındaki Bondi Kafe’ye sığınmasak sonumuz pek iyi olmayacaktı. Bir akşam önce yürürken buradaki mekanların hepsi kapalıydı ama gündüz yapılan yüzme yarışları Taşlık plajında olduğu için, başta Bondi Kafe olmak üzere sporculara lojistik destek vermek için açmışlar. 



Biz sığınacak bir yer bulduk diye sevinirken ikram ettikleri kahve ise paha biçilemez bir güzellik oldu.


Kış aylarında Fevzi Bey rezervasyon olursa açık oluyormuş o nedenle giderseniz siz de mutlaka önceden arayın. Bu kısmı uzun uzun anlatmayacağım, fotoğraflar benden daha iyi anlatır diye düşünüyorum. Bizden başka sadece bir masa olduğundan sakin sakin Fevzi Bey’in hem yemeklerinin hem de sohbetinin tadını doyasıya çıkardık. 


Balık çorbası, karışık ot tabağı, çintar mantar, radika, acılı badem ezmezi, dalleme (ki papatya sapından yapılıyor kendileri), yöre mercimeğinden yapılan mürdümük, sarımsaklı tulum peyniri, turp otu. Ve fotoğrafta göremediğiniz sübye yumurtası. Hepsi birbirinden güzeldi.

Bu palamutsa daha önce yediklerim neydi diye düşünüyor insan...efsane.

Ertesi gün harika bir kahvaltının ardından otelden ayrılıp yol üzerinde kısa bir Hisarönü, Orhaniye, Selimiye turu yaparak havaalanına doğru yolumuza devam ettik. Uçak saatimize epey bir zaman olduğundan Dalaman’a gelmeden bir de Dalyan’a uğrayalım dedik. Yazın çok kalabalık olduğunu bildiğimiz Dalyan, sükûnet içinde salınan tekneleri, ortamın rehavetini fazlasıyla yansıtan sokak köpekleri ve tarihin sessiz tanıkları Kaunos kral mezarlarıyla hem hüzünlü hem de huzurlu bir tabloyu andırıyordu.



Zamanın daha yavaş aktığı kış tatillerinin en güzel tarafı yazın vakit ayıramadığımız yerlere gitmek, tanıştığımız yeni insanlarla uzun uzun sohbet etmek, hikayelerini dinlemek, kısa süreliğine de olsa gittiğin coğrafyanın bir parçası olmak… Bu kısa gezide taksi şoföründen kafe işletmecisine, şarap üreticisinden pazardaki esnafa kadar samimi ve içten davranışları ile büyük şehirde unuttuğumuz hasletleri bize hatırlatan dost Datça’lılara selam olsun.





2 Ocak 2019 Çarşamba

Çok sesli, çok uluslu bir büyük şehir; Brüksel...



Sabah erkenden  kalkıp eşyalarımızı topladık ve Verdi Restoran’da muhteşem bir kahvaltının ardından güzelim Brüj’e veda ederek Brüksel’e gitmek üzere istasyona doğru yola çıktık. Otelimizin 100 metre ilerisinden bindiğimiz otobüs, kısa bir şehir turunun ardından bizi istasyona  götürdü.  Biletimizi gidiş- dönüş aldığımızdan tren saatine bakıp doğruca perona geçtik.  Tren biletleri tüm gün geçerli olduğundan saat sıkıntısı yok, isterseniz gün içinde gidip dönebilirsiniz. 


Kahvesiz olmaz :)

Bence Belçika gezimizin en keyifli yanlarından biri bu tren yolculuklarıydı.

Yazıma şöyle bir tespitle başlasam sanırım yanlış olmaz; Brüj mucizelerle dolu bir masal ise Brüksel başını okurken sonunu tahmin ettiğiniz bir roman. Elbette büyük, kalabalık ve kozmopolit. Tabii bunu söylerken olaya Belçika ölçeğinde bakmayı da unutmamanızı tavsiye ederim, zira ülkenin toplam nüfusu zaten 10 milyon.  Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu, Avrupa Konseyi ve NATO’nun merkezine ev sahipliği yapan Brüksel, Avrupa’nın başkenti sayılıyor.  Bu kurumlar ve bunlara bağlı diplomatik kuruluşlarda çalışan insanlar ile onların ailelerinin nüfusun yaklaşık dörtte birini oluşturduğu söyleniyor. Brüksel’in bu Avrupalı kimliğinin yanında, çoğunluğunu Afrika kökenli göçmenlerin oluşturduğu bir de etnik kimliği mevcut. Kent yaşamı içinde Afrika’lı bir garson, Asya’lı bir taksi şoförü ya da Türk bir kasiyer olarak karşımıza çıkan bu etnik çeşitlilik insanı hiç rahatsız etmese de, sokaklarda dilenen çok sayıda insan olması ve havaalanı ya da tren istasyonu gibi korunaklı yerlerde banklarda yatan evsizler beni oldukça etkiledi.  Daha önce gittiğim Avrupa şehirlerine göre sayı oldukça fazlaydı.
Bu kozmopolit yapı yeterince şaşırtıcı olsa da,  Noel zamanı gittiğimiz için kente akın eden turist sayısı  ve çeşitliliği beni hayrete düşürdü. Dünyanın hemen her yerinden binlerce insan, Avrupa’nın en büyük Noel pazarının kurulduğu bu kenti görmeye gelmişti. Zaman zaman sokak ve meydanlarda yürümekte zorlandık diyebilirim.


Brüksel'in kalbi; Grand Place

Evet bu kısa bilgileri paylaştıktan sonra gezimize kaldığımız yerden devam edelim… Brüj yazımda da belirttiğim gibi Brüksel gezisini planlarken uzun yıllardır orada yaşayan ve benim üniversiteden arkadaşım Berrin'den bilgi ve destek almıştım. Brüksel'deki ilk günümüzü birlikte geçirmek üzere planladığımızdan otelde buluşmak üzere sözleşmiştik. Biz trenden otele giden ulaşım alternatiflerine bakınca en kısa yolun yürümek olduğuna karar vererek yola koyulduk. Elimizde bavullarla biraz zor olsa da 15 dakika gibi kısa bir sürede otele vardık. Ve Brüksel'deki otel seçimi de bingo! Otelimiz İbis  Brussels City Centre, Sainte Catherine bölgesinde hatta St. Catherine kilisesinin tam arkasındaydı. Yani yine şehrin merkezinde ve yine tüm popüler yerlere yürüme mesafesindeydi. Üstelik kentin en büyük Noel pazarının ve dönme dolabın tam otelin önünde kuruluyor olması da bizim için güzel bir sürpriz oldu. 



Sevgili arkadaşım Berrin'le lobide buluşup biraz hasret giderdikten sonra attık kendimizi Brüksel sokaklarına. Yanımızda iyi bir mihmandar olduğu için ilk gün bizim için çok keyifli ve verimliydi. Grand Place'dan başlayan gezimiz genişçe bir daire çizerek yine aynı noktada son buldu. Biz bu turu yalnız yapsaydık muhtemelen daha uzun sürecek ve bazı yerleri atlamak zorunda kalacaktık. 


Gezimize bira - patates ikilisiyle başlamak şart oldu elbette.
Grand Place, Brüksel'in en büyük ve en kalabalık meydanı. Belediye Sarayı ve Kent Müzesi başta olmak üzere 14. yüzyıldan günümüze ayakta kalan pek çok tarihi yapıya ev sahipliği yapıyor. Ayrıca meydanın çevresinde yemek yiyebileceğiniz ya da bir şeyler içebileceğiniz kafe ve restoranlar küçük molalar için ideal. Biz Noel zamanı gittiğimiz için meydana kurulan Noel ağacı, çevresindeki Noel pazarları ve hava karardıktan sonra her yarım saatte bir yapılan ses ve ışık gösterisi ne kadar doğru zamanda geldiğimizi bir kez daha hatırlattı.

Belediye Sarayı
Binaların üzerindeki rakamlar yapılış tarihini gösteriyor.
Meydandaki Hard Rock Cafe'den Bahar'ın koleksiyonuna bir parça daha ekledikten sonra sokak aralarından yolumuza devam ettik. Yol üzerinde dantel, çikolata ve waffle dükkanları davetkar vitrinleri ile bizi çağırsa da pek itibar etmedik. 

Belçika Kraliyet Kütüphanesi 

Turumuz sırasında içinden geçtiğimiz bu park, kütüphanenin hemen yanında yer alıyor. Bitkilerin oluşturduğu resim çok başarılı bir peyzaj tasarım örneğiydi. Ayrıca oturup soluklanmak için yine doğal malzeme ve bitkilerden yaptıkları banklar, özellikle ilkbaharda güzel bir alternatif. Şehrin pek çok yerinde rastladığımız parklar ve botanik bahçeler Brüksel'in en yeşil Avrupa şehirlerinde biri olduğunu kanıtlar nitelikte

Yol üzerinde rastladığımız bir diğer önemli yapı Enstrüman Müzesi. Ünlü İspanyol mimar Gaudi'nin eserlerini andıran mimarisiyle ön plana çıkan yapı, müzik tutkunlarının mutlaka görmesi gereken enstrümanlara ev sahipliği yapıyor.


Aziz Coudenberg Kilisesi (Saint Jacques sur Coudenberg), alışageldiğimiz kilise mimarisinden oldukça farklı çizgisiyle Helenistik esintiler taşıyan bu yapı Kraliyet Kilisesi olarak da adlandırılıyor. 

Turumuzun en önemli bölgelerinden birine doğru ilerlerken meydanlara çıkan caddelerin bazılarının polis tarafından kapatılmış olduğunu gördük. Fransa'da başlatılan ve tüm dünyanın yakından izlediği "Sarı Yelekliler" eyleminin Avrupa'nın başkenti Brüksel'e de sıçradığını öğrendik. Bir kaç fotoğraf çekerek bölgeden ayrılmak zorunda kaldık çünkü hem güvenlik açısından hem de içsel olarak çok huzurlu bir ortam yoktu haliyle.


               Bir saray hatırası çektirmeyi de ihmal etmedik tabii :))

Avrupa kurumları bu yolun sonundaki binaların arka tarafında kalıyor. Olaylar da tam bu noktada olduğundan maalesef oraya gidemedik.
Kraliyet sarayının tam karşısında yer alan Brüksel Parkı, buraya sıcak mevsimde gelecek gezginlerin dinlenmek ve fotoğraf çekmek için ilk tercihi olacaktır.





















Arkadaşım Berrin'in tabiriyle denizi olmayan Ortaköy diye -tabii eski Ortaköy olarak belirtmeden edemeyeceğim-  tanımladığı Sablon bölgesi, şık mağazaları, kafeleri, antikacı dükkanlarıyla görülmeye değer. Bazı çikolata dükkanlarının vitrininde yer alan dev çikolata heykellerini ki şöyle söyleyeyim büyükçe bir kayık veya bir kutup ayısını gerçek boyutu ile görünce, yediğiniz avuç içi kadar çikolata öyle önemsiz geliyor ki sırf bu yüzden bile gitmeli insan Brüksel'e :)) Antika merakınız varsa Sablon meydanında her hafta sonu antika pazarı kurulduğunu da hatırlatalım. Noel zamanı olduğundan aynı meydana Noel pazarı kurulmuştu, o nedenle biz pazarı gezemedik. 


Notre Dame du Sablon Kilisesi.


Makaronun zirvesi Pierre Marcolini'den makaronlarımızı da alıp kendimizi yokuştan aşağı Grand Place'a doğru yuvarladık. Yol üzerinde uğradığımız Galeries Royales St.Hubert 1847 yılında açılmış. Geçmişte dönemin ünlü simalarının edebiyat söyleşileri yaptıkları bu görkemli pasaj, günümüzde bana pek cazip gelmedi açıkçası. Bir kaç lüks mağaza, şapkacı, eldivenci ve bolca çikolatacı ile fazla ticari ve turistik bir havası vardı.


Galeries Royales St.Hubert 
Borsa binası önünde şarkı söyleyen "Noel Baba"lar :)







Akşam yemeği için bizi davet eden Berrin ve eşi Bop'un evine gitmek üzere yola çıktık ancak yol üzerinde yine Brüksel'in sembollerinden Atomium'a uğramayı ihmal etmedik. Atomium 1958 yılında Expo fuarı için yapılmış. Demir kristalinin 165 milyar kez büyütülmüş görüntüsünden esinlenilerek inşa edilen bu yapının aslında fuardan sonra kaldırılması düşünüyormuş. Ancak çok ilgi çekince bir süre daha kalmasına karar verilmiş ve gördüğünüz gibi günümüze kadar halen ayakta.  Üst kattaki kürede bir kafe restoran bölümü bulunuyor. Manzarası güzel, ancak yemek pişirme ünitesi bulunmadığından, yiyeceklerin dışarıdan hazır gelip  burada ısıtılarak servis edildiğini, dolayısıyla beklentilerinizi düşük tutmanız gerektiğini de hatırlatmak isterim. 



Daha önce de belirttiğim gibi akşam yemeği için Berrin ve Bop'un evine davetliydik. Berrin'lerin evi Brüksel'in Flaman bölgesinde. Az katlı evlerin olduğu, yeşili bol, sessiz, sakin ve genel havadan anladığım kadarıyla nezih bir bölge. Önce güzel bir Belçika birası ile başlayan sohbetimiz, Berrin'in lezzetli raclette mönüsü ve Bop'un zengin şarap kavından bizim için seçtiği muhteşem şaraplar eşliğinde geç saate kadar sürdü.

Bu fotoğrafı sosyal medyada paylaştığımda altına şöyle yazmıştım; "dünyanın başka bir ülkesinde, sanki hiç ayrılmamış gibi buluşacağın, seni sofrasında ağırlayacak dostları olmalı insanın. Ne şanslıyım, teşekkürler Berrin'cim, teşekkürler Bop." 
Brüksel'de geri kalan zamanımızı kızımla baş başa geçirdik. Aldığımız tüyolar doğrultusunda yedik, içtik, gezdik, alış veriş yaptık. Her köşe başında kurulan Noel pazarları en önemli uğrak yerimizdi. Benim için Noel pazarının olmazsa olmazı da "glühwine" yani sıcak şarap tabii ki.



Tabii Brüksel deyince İşeyen Çocuk heykelinden bahsetmemek olmaz. Hakkında pek çok efsane anlatılan  bu minik ama gerçekten minik heykel, hiç şüphesiz şehrin en popüler noktası. Biz Brüksel'deki son günümüzde ziyaret ettik kendisini. Hava çok soğuk ve yağışlı olmasına rağmen başı her zamanki gibi kalabalıktı :)) Aslında heykel normalde çıplak ama yaklaşık 500 farklı kostümlük bir gardırobu olduğunu ve özel günlerde giydirildiğini de belirteyim. Bu arada İşeyen Çocuk heykelinin her türlüsünü ve pek çok farklı boyutunu şehrin hemen her yerinde göreceğiniz gibi, hediyelik eşya dükkanları da bu küçük heykelin görselleri ile bezenmiş objelerle doluydu. Yani kendisi küçük ama marifeti büyük bir pazarlama harikası.


Noel kıyafetini giymiş İşeyen Çocuk
Noel zamanı olduğu için yemek konusunda çok şanslı olduğumuzu söyleyebilirim aslında. Çünkü şehrin her yerinde kurulan pazar alanlarındaki yiyecek standlarında sunulan, dünya mutfaklarından farklı seçeneklerle son derece pratik ve ekonomik şekilde karnımızı doyurduk.  Ama tüm Belçika'da olduğu gibi deniz ürünleri çok favori. Bunun için de ekonomik bir seçenek istiyorsanız St. Catherine meydanındaki Nordzee tam size göre. Hem yemekler güzel hem de personel çok eğlenceli. Mesela bahşiş verdiğinizde adınızı anons  edip herkese alkışlatıyorlar. Yine bu meydana yakın Nona ise arkadaşımın söylediğine göre tam bir İtalyan. Biz burada yemedik ama tatilde "pizzasız yapamam" diyenlerdenseniz ve biraz kuyrukta beklemeyi göze alırsanız kesinlikle tavsiye ederim.  Bir kaç tavsiye daha vermem gerekirse;

1.Baştaki Kriek meşhur vişneli bira, diğer üçü de arkadaşımın tavsiye ettiği ve benim çok beğendiğim biralar. Ama en çok derseniz Karmeliet derim. 2. Yine tavsiye; ülkede pek çok çikolata markası var ama bunlar gerçekten çok iyi. Diğer bir tavsiyede çikolataları kendi mağazalarından almak yerine büyük marketlerden alın. Aynı markalar orada daha uygun fiyatta. 3. Borsa binasının yan sokağındaki Grand Le Cafe'de kahve için. Waffle'ı çok kötü ama kahvesi muhteşem. 4.Zeemesser yani deniz bıçağı, bizdeki adı kılıç istiridye. Bulursanız mutlaka yiyin. 5. Denemek isterseniz istiridye de her yerde satılıyor. Tanesi 3,5 Euro. 
Yazımın başında bahsettiğim Grand Place'deki ışık ve ses gösterinden bir bölümü sizlerle paylaşmak isterim. Elbette canlı izlemek ve şovun içinde olmak çok daha büyüleyici. Ama yine de beğeneceğinizi düşünüyorum.



Bahar uzaklara dalıp buraya tekrar gelmenin planlarını yaparken ben de" karmeliet"le kendimce veda ettim bu güzel ülkeye. 


Güzel duygular ve anılarla bir ülkeye iki şehre daha hoşça kal dedik. Belki başka mevsim, belki yakın, belki uzak bir zamanda tekrar görüşmek üzere sözleştik. Bakalım kısmet...