2 Temmuz 2016 Cumartesi

Romantik Viyana, Sempatik Bratislava

4 Mayıs 2016

Kızımın Teog sınavının ertesinde hem ona hem de bize (!) ödül mahiyetinde gerçekleştirdiğimiz Viyana seyahati, güneşli bir İstanbul sabahında Atatürk Hava Limanı dış hatlar terminalinden tişörtlerle bindiğimiz uçak yolculuğu ile başladı. Tişörtle diye özellikle belirtiyorum çünkü Viyana'ya indiğimizde bizi yağmur, fırtına ve 8 derecelik bir hava karşılayınca hepimiz şok geçirdik.
Yine de moralimizi bozmamaya çalışarak öncelikle kendimizi keyifli geçeceğini umduğumuz bu kısa tatile adapte etmeye çalıştık. Terminalin içinde bir iki küçük araştırmanın ardından eşim ve benim için 72 saat sınırsız kullanıma uygun The Vienna Card satın aldık. Kızım henüz 14 yaşında olduğu için ona gerek yokmuş. Bu kartın tanesi 24.90 €. Biraz pahalı gibi görünse de Viyana gibi bir şehirde hele bir de bizim gibi gezmeyi seviyorsanız çok avantajlı olduğunu söylemeliyim. Bu kartla şehir içinde toplu taşım araçlarına binebiliyorsunuz ancak havaalanından şehre gitmek için bineceğiniz otobüste geçerli değil.
Havaalanı çıkışında şehrin çeşitli bölgelerine giden otobüsler var. Bizim otelimiz Westbahnhof'a yakın Mariahilfer caddesinde olduğu için Westbahnhof'a giden otobüse bindik. Binerken şöförden aldığımız
biletlere yetişkinler için 8 € kızımız için ise 4 € ödedik.

Booking'den yaptığımız rezervasyonla geldiğimiz İbis Hotel'de biraz hayal kırıklığı yaşamadık desem yalan olur. Odalar çok soğuktu, terlik vs. gibi oda malzemeleri yoktu. Neyse ki odaya iki adet ısıtıcı getirdiler de biraz ısındık.

Viyana çok turistik bir şehir olduğu için size rehber olabilecek pek çok yazılı bilgiye kolayca ulaşmanız mümkün.  Bu nedenle gezimizi günlük olarak yazmayacağım. Önemsediğim ve size faydalı olacağına inandığım bazı bilgiler ışığında kısa bir gezi yazısı yazmayı amaçlıyorum.




Öncelikle belirtmeliyim ki müzeleri gezmek istiyorsanız mümkünse biletleri gitmeden internetten alın. Ben böyle yaptım ve müze girişlerinde hiç sıra beklemeden kolayca giriş yaptık. Ayrıca bütçenizi ayarlamak açısından da bu yöntem gayet uygun.

Ben Belvedere ve Hofburg saraylarına bilet almıştım. İlk gün hava çok soğuk olduğu için saraylardan birini gezmenin iyi olacağını düşünerek Belvedere sarayının yolunu tuttuk. Otelin önünden bindiğimiz tramvay bizi saraya kadar götürdü.  


Saray iki bölümden oluşuyor; yukarı ve aşağı bölümler. Biz 19 ve 20. yüzyıl ressamlarının eserlerinin yer aldığı yukarı bölümü gezdik. Gustav Klimt'in ünlü Kiss - Öpücük tablosu tabiki müzenin starı ama Kokoschka, Renoir, Monet, Waldmüller ve Van Gogh'un orjinallerini görmek insanı müthiş heyecanlandırıyor. Elbette hepsi müthişti ama kendi adıma Klimt'in Portrait of Woman (1864) tablosu nefesimi kesti diyebilirim.


Hofburg Sarayı da pek çok farklı bölümden oluşuyor ancak vaktimiz sınırlı olduğu için biz sadece iki bölüm için bilet aldık. İmparator Franz Joseph ile güzelliği ve hüzünlü hikayesi efsane olmuş Kraliçe Sisi'nin yaşadığı Sisi Müzesi ve de kraliyet gümüşlerinin yer aldığı müze bölümü.
















Kraliçe Sisi'nin ve İmparator Franz Joseph'in yaşam alanlarının mütevaziliği karşısında şaşırarak, porselen ve gümüş ağırlıklı yemek takımları ile mutfak malzemelerinin çeşitliği ve ihtişamı karşısında hayranlık duyarak yaklaşık iki saatte müzeyi gezdik.


Eski şehir bölgesini gezerken pek çok tarihi yapıyı dışarıdan görmek mümkün. St. Stephen's Katedrali'ni merkez kabul edersek etrafında çizeceğiniz 1km çapında daire içinde Mozart Evi, Hofburg Sarayı, Opera Binası, Parlamento Binası, Museums Quartier gibi önemli yapıları gezme şansı bulabilirsiniz.



Otelden aldığımız şehir haritası yardımıyla metro ve tramvayları kullanarak tüm şehri sorunsuzca dolaştık. Haritada işaretli tüm turistik merkezler ve yapıların yanında hangi ulaşım aracıyla gidebileceğiniz ve hangi duraklarda ineceğiniz belirtilmiş. Bu sayede hiç zorlanmadan istediğimiz yere kolayca gittik.


Viyana deyince akla müzelerle birlikte şehrin hemen her yerinde karşınıza çıkan parklar ve bahçeler geliyor. Sarayların bahçeleri elbette muhteşemdi. Bunun dışında bizim gezebildiğimiz en büyük park şehir parkıydı. İçinden Tuna'nın yan kollarından birinin geçtiği bu parkta küçük köprülere asılmış dilek kilitlerini görünce yanımıza bir kilit almadığımıza çok hayıflandık. 

Çocuklu gezginler ve de ruhu çocuk olanlar için Avrupa'nın en büyük lunaparklarından birini de içinde barındıran Prater gezinin olmazsa olmazı. Eskiden kraliyet ailesinin avlanma alanı olarak kullandığı bu dev parkın, sadece lunapark bölümünün bir kısmını gezmemize rağmen burada epey zaman harcadık. Adrenalin meraklılarına şiddetle tavsiye ederim.


Gezimizin son günü Tuna nehri üzerinden tekneyle Slovakya'nın başkenti Bratislava'ya gittik. Ben yine bu gezi için tekne biletlerimizi gitmeden internetten almıştım. Bir tür deniz otobüsü olan bu teknelerle nehir üzerinde seyahat etmek aslında keyifli. Ancak Slovak şirket tarafından işletildiği için hem tekneler çok eski hem de personel çok ilgisiz ve soğuk. Bunları göz ardı ederseniz dediğim gibi Bratislava'yı görmek için güzel bir seçenek. Sabah 9.30 da limandan kalkan tekne 11.00 gibi Bratislava'ya varıyor. Akşam da oradan kalkış 17.30. Toplam 1,5 saatlik bir yolculuk gibi gözükse de bu seyahatin yarım saati havuzda suyun yükselip alçalmasını beklemekle geçiyor. Giderken alçalan su dönüşte yükseltilerek tekneye yol veriliyor. 





Ve evet başlıkta da söylediğim gibi Viyana'nın tüm şatafat ve görkeminin tersine son derece mütevazi ve sempatik Bratislava. Şehre yaklaştığımızda tepede Bratislava Kalesi tüm görkemiyle karşımıza çıktı. Tarihi ile ilgili ilk yazılı bilgiler M.S 907 yılına dayanan kale ve 13. yy. da inşa edilen saray pek çok kraliyet ailesine ev sahipliği yapmış. Günümüzde müze olarak kullanılan yapıyı biz de şehri gezerken ziyaret ettik.
Cumil - Şehrin adeta sembolü olmuş bronz heykel.







Arnavut kaldırımlı sokakları, şirin kafeleri , eski ama sevimli binaları ve benim için paha biçilemez kapıları bu şehri sevmek için yeterli sebep bence. Bir de her köşe de karşımıza çıkan bronz heykeller gezginlerin gözünde küçük şehri devleştiren unsurlar bence. Bir sonraki gezimizde bir gece mutlaka Bratislava'da kalmaya karar vererek ayrıldık ve yine geldiğimiz yolla yani muhteşem Tuna yolculuğu ile Viyana'ya döndük.


Bu sevimli araçlarla iki saatlik şehir turu yapmak mümkün. Tekneden indiğinizde size tur satmaya çalışan pek çok turizm şirketi çalışanı ile karşılaşacaksınız.

Nehrin karşı tarafında ise Bratislava'nın modern yüzünü görüyorsunuz.

Gördüklerimiz böyle ama biraz da yeme - içme meselesinden bahsetmek lazım diye düşünüyorum. Viyana deyince ilk akla gelen yemek elbette şinitzel. Tüm gezgin sayfalarında karşınıza çıkacak meşhur şinitzelci Figlmüller ise bu gezinin olmazsa olmazı. Bazı yorumlarda pek de matah olmadığı yazılsa da siz beni dinleyin ve Figlmüller'e uğramadan gelmeyin. Yalnız kapıda beklemek ve hatta yer bulamama durumuyla karşılaşmak istemiyorsanız mutlaka gitmeden yer ayırtın. Ben internetten 15 gün önce rezervasyon yapmama rağmen istediğim günde bulamayıp bir gün öne çekmek durumunda kaldım. 

Biz mayıs ayında gittiğimiz için kuşkonmaz ve ahududu zamanına denk geldik. Pek çok mönüde yer alan kuşkonmazı seviyorsanız mayıs ayını tercih edin derim. Ayrıca mayıs Viayana için festivallerin yoğun olduğu bir dönem. Bize rast gelen bir festivalde St. Stephan Katedrali'nin çevresine kurulan küçük tezgahlarda pek çok el sanatları ile geleneksel yiyecek ve içecekler satılıyordu. Burada denediğim Himmelstürm ( taze ahududu şarabı) ise hafif ve tatlı içkilerden hoşlananların tercihi olabilir.





Sacher pastanesinin meşhur turtasını yemek istiyorsanız sıra beklemeniz kaçınılmaz. Bu turta pek çok yerde satılıyor ama tabi ki menşei  ve hala bilmem kaç yüz yıllık tarifiyle yapılanı Sacher pastanesinde.  Demel'in Apfelstrudeli yani elmalı tartı, Viyana'ya özgü bir kahve türü olan melange , marzipanlı Mozart çikolataları, muhteşem Avusturya şarapları ve tabi ki Slovak birası bu geziden damağımızda kalan tatlar.








20 Nisan 2016 Çarşamba

Yakın Yerler ; Orestiada ve Dimetoka

4 Nisan 2016
Nereye gittiğiniz önemli değil. Önemli olan hangi beklentiyle gittiğiniz. İçinizdeki sıkıntıyı bir çuvala koyup kenara bırakmak, yola düşmek, yoldan keyif almak, bir kaç gün medeniyeti solumak -karşıdan karşıya geçerken yayaya yol veriyorlar :))- farklı ama yakın bir kültürü tanımaksa maksat hiç uzağa girmeye gerek yok. Hani neredeyse camiden sola dön oradasın:))
İşte tam da bu yüzden İstanbul'dan çıkıp iki saat sonra varabildiğimiz Orestiada epeydir aklımızdaydı. 
İlk gidişimiz yılbaşından hemen sonraydı. Cumartesi gidip pazar dönmüştük. Aslına bakarsanız Edirne sınırındaki bu küçük kasabanın öyle ahım şahım bir özelliği yok. Ancak sınırdan 19 km. sonra varabileceğiniz, klasik Yunan mezelerinin tadına bakabileceğiniz, özellikle bahar aylarında gittiyseniz şık kafelerinde frappenizi yudumlayabileceğiniz, her şeyden önemlisi bir Avrupa kentinde olma duygusunu yaşayabileceğiniz bir lokasyon olması nedeniyle her zaman tercih edilebilir.

İstanbul'dan çıktıktan sonra otobandan Edirne'ye oradan da Pazarkule tabelalarını takip ederek Karaağaç'a giden o muhteşem yolun sonunda gümrük kapısına vardık. Küçük bir kapı olduğu için yoğunluk olmuyor. Burada işlemlerimizi tamamladık ve yaklaşık 1 km'lik bir mesafeden sonra Yunan gümrüğüne geldik. Bu arada hemen belirteyim yeni ehliyetler Yunanistan'da geçerli. Dolayısıyla ehliyetinizi yenilediyseniz uluslararası ehliyet almanıza gerek yok. Yunan gümrüğünden çıktıktan sonra Kastanies ( Kestanelik ) kasabasının ana caddesinde bulduk kendimizi. Biz işlemlerimizi yaparken ellerinde pasaportları ve sırt çantaları ile yürüyerek geçiş yapan insanlar gördük. Çünkü günübirlik geliş - gidişler çok oluyormuş.  Hatta arabalarını bizim gümrüğün dışında yol kenarına bırakıp yürüyerek sınırdan geçen ve Kastanies'de taksi yada otobüse binerek Orestiada'ya giden pek çok Edirneli'ye rastladık. 

Sonuç olarak iki saatlik bir yolculukla İstanbul'dan Orestiada'ya vardık. Küçük bir kasaba olduğu için maalesef booking'de sadece iki adet otel seçeneği çıkıyor. Biz ilk gidişimizde bunlardan birinde kalmış ve yüksek bir fiyat ödememize rağmen oteli beğenmemiştik. Şehir içinde gezerken gördüğümüz iki otelden de kart almıştık. Bu kez onlardan biri olan Electra Hotel'de kaldık. Kesinlikle çok tavsiye ederim. Konumu, odaları, kahvaltısı ve personeli hepimizden tam not aldı. 

Tatilimiz hafta sonuna denk geldiği için yoğunluk olabileceğini düşünerek gitmeyi planladığımız tavernalara önceden rezervasyon yapmıştık. İlk akşam Mırmır balık lokantasına gittiğimizde adeta küçük Edirne - bir kaç masa da bizim gibi İstabullu vardı elbet - olduğunu görünce rezervasyon yaptırmakla ne kadar doğru bir iş yaptığımızı anladık. Mezeleri anlatmama gerek yok zaten hepsi yine muhteşemdi. Şehirde pek fazla seçenek yok ama olsaydı bile Mırmır, mutfağı ve personeli ile aradan sıyrılırdı diye düşünüyorum.


Cumartesi günü  Bulgaristan'ın Svilengrad şehrine gitmeye karar verdik. Orestiada'dan yaklaşık 50.km uzaklıkta olan Svilengrad'a gitmek için tekrar sınır kasabası Kastanies'e doğru gitmek gerekiyor. Dolayısıyla sınıra çok daha yakın bir konumda (30 km) olan bu coğrafyayı da gelmişken görmek istedik. Gel gelelim göremedik. Neden derseniz ; öğlen gibi yola çıkıp yaklaşık yarım saat sonra Bulgaristan sınırına vardık. Öncelikle belirtmeliyim ki shengen vizesi geçerli olmasına rağmen öyle elinizi kolunuzu sallayarak geçemiyorsunuz. Önce Yunan gümrüğünden geçtik yani çıkış yaptık, ardından yaklaşık 2 km. sonra Bulgar gümrüğüne geldiğimizde önümüzde yaklaşık 20 araba vardı. Bir süre bekledik hızlı ilerleyeceğini umarak. Ve fakat araya giren tırlar da eklenince süre epey uzadı. Bunun bir de dönüşü olacağını düşünerek hemen bir U dönüşü yaptık. Yani yaklaşık 15 dakika içinde Yunanistan'dan çıkış ve hiç bir ülkeye gitmeden tekrar giriş yapmış olduk. :)) Hem de bir kez daha parmak izi vererek.


Ama yol boyu geçtiğimiz köyler, ovalar, nehirler kısacası coğrafya çok güzeldi. Hepimiz çok keyif aldık. 


Orestiada'ya döndüğümüzde öğlen yemeği için şehrin yine popüler mekanlarından Safran'a gittik. Gerek ortamı gerekse mönüsü gayet başarılı. Giderseniz mutlaka soslu ızgara mantarı deneyin derim.



Akşam ise daha önceden cumartesi günleri canlı müzik olduğunu öğrendiğimiz Aya Yorgi tavernasına gittik. Alexandroupoli'nin sayfiyesi Makri'de şubesi olan Aya Yorgi'nin merkezi meğer buradaymış. Biz daha önce Marki'dekine gittiğimizden mekanın kalitesi konusunda hiç şüphemiz yoktu. Tavernaya vardığımızda park yerindeki araçların neredeyse tamamının Türk plakalı olduğunu ve daha önemlisi Edirne'den minibüslerle tur getirildiğini görünce, önceden rezervasyon yapmakla ne kadar doğru bir iş yaptığımızı anladık. Saat 21.00 gibi başlayan canlı müzik ki orkestra ve solistler çok başarılıydı, geç saatlere kadar hiç ara vermeden devam etti. Gece yarısına doğru Edirne'den gelen gruplar yavaş yavaş kalkmaya başladı. Geride bizim gibi bir kaç Türk ve çoğunluk yerel halk kaldığında ise tam anlamıyla bir greek night yaşadık diyebilirim. Kışın sadece Cumartesi geceleri yapılan program bahar ve yaz aylarında haftada üç gece yapılacakmış. Yunan müziği ve sirtaki meraklılarına duyurulur.

Bahar ayları doğa ve kültür gezileri yapmak için kuşkusuz en ideal zaman. Biz de havanın güzel olmasını fırsat bilerek ikinci gün Didymothiko'ya ( Dimetoka ) gittik. Orestiada'dan 19 km sınırdan ise yaklaşık 40 km mesafedeki bu kasaba Türkiye sınırına oldukça yakın (3 km. kadar). 

Meriç'in kollarından birinin de içinden geçtiği Dimetoka, hem Bizans'ın güçlü kalelerinden biri olmuş hem de Osmanlı'ya başkentlik yapmış önemli bir kasaba. Şu an halen batı trakya Türkleri'nin yaşadığı bir bölge olması açısından da önemini koruyor. 





Şehirde iki cami var. İbadete açık olduğunu öğrendiğimiz küçük cami mahalle arasında çıktı karşımıza. Diğeri ise kent meydanında Osmanlı döneminden kalma görkemli bir yapı. Şu anda tadilatta olan yapı, muhtemelen müze olarak faaliyet gösterecek. 



Şehrin içinde ayrıca çok görkemli bir katedral var. Kapalı olduğu için biz gezemedik ama bir daha ki sefere yapılacaklar listesine ekledik. 
Şehir büyük bir kayalığın üzerine kurulmuş. Etrafına da şehir surları yapılmış. Günümüzde çok küçük bir bölümü ayakta kalabilmiş. Ancak bir kiliseyi de içine alan bazı kısımlarda kazı çalışması ve restorasyon devam ediyor. 


Tepede yer alan Kurtarıcı İsa Kilisesi'nin bahçesinde kayalara oyulmuş şapele girdiğimizde ise sanki zamanda yolculuk yaptık. 

Kent meydanında çok sayıda kafe bar yer alıyor. Ve Orestiada'ya göre nüfus daha genç ve daha kalabalık. Biz gündüz gittiğimiz için akşam nasıl olur bilmiyorum ama muhtemelen canlı ve keyiflidir.

İki saatlik Dimetoka gezisinin ardından İstanbul'a dönmek üzere yola çıktık. Karnımız hafif acıktığı için gümrüğe girmeden Kestanelik'te kasabanın küçük meydanında daha önceden bildiğimiz küçük tavernada öğle yemeği yemeye karar verdik. Yemekleri güzel ama özellikle pirzola yemenizi şiddetle tavsiye ederim. Yemeğin sonunda ikram edilen tatlıya da hepimiz bayıldık.

Keyifli bir tatili de böylece bitirdik. Yeni gezilerde ve yazılarda buluşmak dileği ile...


26 Şubat 2016 Cuma

Thassos Adası

Ağustos 2015
Ege'nin en kuzeydeki adası Thassos ( Tasos / Taşöz). İstanbul'dan kendi aracınızla gidiyorsanız ulaşması en kolay Yunan adası dersek yanlış olmaz. Süreniz kısıtlıysa ve keyifli bir deniz tatili yapmak, Yunan mezelerinin tadına bakmak ama yolda çok zaman kaybetmek istemiyorsanız bu güzel ada tam size göre. 
Biz Thassos'a ilki 2014 yılında olmak üzere iki kez gittik. Bu yazıda her iki seyahatin aklımda kalanlarını paylaşacağım sizlerle. İpsala sınır kapısından çıktıktan kısa bir süre sonra (40 km) Alexandroupoli (Dedeağaç) ayrımına varıyorsunuz. Eğer daha önce görmediyseniz buradan saparak Dedeağaç'ta bir kahve molası verebilir ve şehirde kısa bir tur atabilirsiniz. Biz ilk gidişimizde öyle yapmış hatta kahve yerine güzel bir öğle yemeği yiyerek yolumuza devam etmiştik. 
Dedeağaç'tan yaklaşık 120 km sonra Keramoti tabelasından saparak otoyoldan ayrıldık. Aslında adaya Kavala'dan da feribot var. Ancak Kavala'dan kalkan feribota gitmek için bir süre daha yol yapmak gerekiyor. Ayrıca feribot ile seyahat süresi de yaklaşık iki saate çıkıyor. Bu nedenle biz Thassos gezilerimizde Keramoti üzerinden geçmeyi tercih ediyoruz. 


Feribotlar oldukça büyük ve konforlu. 35 dakikalık bir yolculukla adanın liman kenti Limenas'a ulaştık. Tıpkı ada vapurlarında olduğu gibi burada da martılar gemiyi takip ediyor ve yolcuların kendilerine uzattığı çeşitli yiyecekleri almaya çalışarak adeta bir görsel şölen yaşatıyor fotoğraf meraklılarına. 

Geçmişi M.Ö. 7. yüzyıla dayanan ada, mermer, çinko, altın ve bakır gibi doğal zenginlikleri sayesinde yüzyıllar boyunca cazibesini korumuş ve pek çok kez el değiştirmiş. Günümüzde şahane kumsalları ile ekonomisini turizm ağırlıklı sürdüren Thassos'da şarap, bal ve zeytinyağı üretimi de hatırı sayılır ölçüde yapılmakta. Özellikle adanın doğusuna doğru giderken yolda gördüğünüz yerel bal satıcılarından bal alın. Çiçek, kestane, çam ve ıhlamur ballarını bulmak mümkün ve de hepsi birbirinden lezzetli. 
Feribottan indikten sonra Limenera yolunu takip ederek Potos'a vardık. İlk gelişimizde Limenera'da Hotel Asterias'ta kalmıştık. Hem oteli hem de sahipleri Kostas ve dünya tatlısı eşi Maria'yı çok sevdik. Ancak ikinci gidişimizde orada yer bulamadığımız için bu kez Potos'da kalmayı tercih ettik. Potos Limenera'ya göre daha hareketli ve daha çok mekana sahip. Hem konaklama hem alışveriş hem de yeme-içme imkanları daha geniş. 
Potos'da Hotel Sirines yine booking.com aracılığı ile bulduğumuz ve çok memnun kaldığımız bir tesis oldu. 
Adanın irili ufaklı onlarca plajı var. Ancak bazılarına ulaşım gerçekten zahmetli. Örneğin Paradise Beach pek tavsiye edeceğim bir yer değil. Arabanızı tepede bir yerde bırakıp o sıcak havada yürümek zorundasınız çünkü aşağıda park yeri sıkıntılı. Üstelik deniz de öyle pek ahım şahım değil. Bir tane taverna - bu arada ilk yazıda bahsetmemiştim, bilmeyenler için söyleyeyim; burada taverna restaurant - meyhane anlamında kullanılıyor - bir tane de karavan büfe var. Plajlardan başlamışken devam edelim. Potos'a yakın Pefkari bölgesi hatta mahallesi demek daha doğru çünkü yürüyerek bile gidilebilir. Burası da deniz olarak kayda değer değil ama tavernaları güzel. Ayrıca dalmaya ve su sporlarına meraklı olanlar için bir dalış kulübü ve su sporları merkezi mevcut. Adanın en ünlü plajlarından Golden Beach ise hem yüzmek ve hem de çoluk çocuk dalgalarla oynamak için son derece elverişli. Üstelik bizim Karadeniz gibi kum çekilmediği için kum çukurları oluşmamış ve bu nedenle tehlikeli değil. 
Gelelim en beğendiğimiz plajlara. Psili Ammos plajı ve tavernası tartışmasız en beğendiğimiz yer oldu. Çok popüler olduğundan biraz kalabalık olsa da her zaman şezlong ve şemsiye bulmak mümkün. Yoğun bir yüzme seansının ardından ulu ağaçların altında yer alan tavernasında lezzetli Yunan mezeleri ile günü taçlandırmak bize her seferinde çok iyi geldi. 
Potos yakınlarındaki San Antonio Beach yine çok keyif aldığımız yerlerden biri oldu. Denizi ve kumsalı güzel olduğu kadar buradan gün batımını izlemek de gözümüzü ve ruhumuzu doyuran ayrı bir şenlikti.
San Antonio Beach







San Antonio Beach'de günü bitirirken böyle bir meyve tabağı istemenizi öneririm. Türlü tropikal meyveler ve yanındaki kokteyl sadece 6 Euro. Sıcak bir günün ardından verdiği serinlik ise paha biçilemez :))













 Her iki gidişimizde de çok beğendiğimiz Aliki, adeta havuz gibi berrak suyu ve denize inen ağaçları ile bize biraz Gökova koylarını anımsattı. Ancak kumsalı çok dar olduğundan şezlonglar birbirine çok yakın olmak durumunda. Bu pek sevimli değil tabi. İki seferde tercih ettiğimiz Aliki Beach, bu yıl sistemini biraz değiştirmiş. Başta üç şezlong ve şemsiye için 50 Euro ödedik. Sonra yediğimiz öğle yemeği ve gün içinde içtiklerimizin bedelini bu paradan düştüler. Kısacası gün sonunda çok yiyip içtiyseniz üste para veriyorsunuz, yok az harcadıysanız müesseseye kıyak geçiyorsunuz. Para iadesi yok gitmişken yiyin bence.
Aliki Beach

Plajlar sundukları imkanlar göz önüne alındığında elbette tercih edilebilir ama yol üzerindeki küçük koyları da hiç yabana atmayın. Özellikle yerleşim yerlerinden uzak, çam ağaçları arasında park etmiş bir kaç araç görürseniz orada mutlaka bir koy vardır. Biz böyle bir kaç yerde denize girdik. Dik patikalardan iniş çıkış zahmetli olsa da deniz keyfi muhteşemdi. Tavsiye ederim. 
Thassos'u anlatan yazılarda adı mutlaka geçen Giola ise bizim iki kez niyet edip bir türlü gitmeyi beceremediğimiz bir doğal havuz. Kayaların çökmesi sonucu deniz bu boşluğu doldurmuş ve adeta doğal bir havuz oluşturmuş. Ama dediğim gibi yolu çok kötü. Yağmur sularının oluşturduğu patika bir yoldan araçla inmek ve belli bir noktada aracınızı park edip epeyce bir tırmanmak gerekiyor. Biz başaramadık. Eğer 4X4 bir aracınız varsa daha kolay ulaşılabilir belki.
Golden Beach tarafına giderken pek çok yerleşim yerinden geçtik. Yol zaten çok keyifli ve güzeldi ama Panagia köyüne gelince hayran kaldık. Köy aslında bir dağ köyü gibi görünse de hemen üç km. aşağısı adanın en popüler plajlarından Golden Beach'e ev sahipliği yapıyor. Evlerin çatıları kayrak taşından yapılmış. 

Sokaklar ise mermer. Ama asıl olay köyün içinden akan kaynak sular. Yollardan, evlerin bahçelerinden, köyün meydanındaki çeşmeden her yerden pırıl pırıl , buz gibi sular akıyor. 




Evlerin bahçelerinden sokaklara küçük köprüler yapmışlar ve köy halkı bu köprüleri kullanarak yaşama karışıyor. Evler, bahçeler, sokaklar hem gözümüze hem gönlümüze güzellikler  sunuyor. 

Eee tabi midelerimizi unutmamalı. Köy meydanı pek çok tavernanın buluşma noktası. Ama buradaki fark hemen hepsinde oğlak çevirme ve kuzu pirzola ve tabi tercih edene domuz pirzola yapılıyor olması. Biz oğlak çevirmeyi tercih ettik ve bayıldık. Mutlaka deneyin derim. 

Adanın doğusuna giderken çok dik yamaçlardan geçtik hatta biraz ürktük diyebilirim. Ama manzara muhteşemdi. Hele yol üzerindeki Archangelos Manastırı'nın bir konumu var ki... Ana bina ziyaret edilemese de bahçesi, şapeli ve elbette manzarası görülmeye değer. 





Eğer kıyafetiniz uygun değilse kapıda kadınlara uzun etek ve şal, erkeklere ise uzun pantolon veriyorlar. (Kıyafetler manastır koleksiyonu)


Biz akşamları genellikle Potos'ta  geçirdik. Bir kaç farklı yer denesek de Taverna İrene (iki tane var, plajda olan) vazgeçilmezimiz oldu. Yemek sonrası biraz yürüyüş ve belki alışveriş yaptıktan sonra geceyi noktalamak ve biraz eğlenmek için Tropical Beach Bar'ı tavsiye ederim. Müzikler de ortam da çok keyifli. Ama oturmak istiyorsanız biraz erken gidip konuşlanın. Çünkü gecenin ilerleyen saatlerinde ayakta bile yer bulmak mümkün olmuyor. 
Başta dediğim gibi, ilk fırsatta yeniden gitmek isteyeceğiniz güzel bir ada Thassos...  



26 Ocak 2016 Salı

Halkidiki

Haziran 2015
Bu ilk yazı olabilir ama Yunanistan'a altıncı gezimiz. Daha önce iki kez Middilli Adası (Lesbos), iki kez de Dedeağaç (Alexandroupoli) ve bir kez de Taşöz Adası (Thasos) ve Kavala seyahatimiz var. Dost toprakları ve dost insanları çok sevdik. Ne de olsa aynı suyun insanlarıyız. Aynı topraklardan, aynı kültürden, ortak acılardan ve sevinçlerden beslenmişiz. 
Küçük bir girizgahtan sonra gelelim gezi notlarımıza. Uzun zamandır methini duyduğumuz, Yunanistan'ın Maldivleri denen bölge yani Halkidiki bu seferki rotamız. Seyahat öncesi her zaman olduğu gibi internetten ve daha önce giden gezginlerden derlediğim notlarla güzel bir gezi programı oluşturdum. Otel rezervasyonu yine www.booking.com'dan. İki arabada yedi büyük iki çocuk olmak üzere sabah 06.15'de Bakırkö'den hareket ettik. Tekirdağ yakınlarında verdiğimiz kahvaltı molasının ardından Malkara, Keşan ve İpsala üzerinden sınıra vardık. Gümrük sakindi ve işlemlerimizi çabucak bitirip Meriç Nehri üzerinden suyun öte yakasına yani Yunanistan'a geçiş yaptık. Sınırı geçtikten sonra Avrupa otoyolu başlıyor ve Atina'ya kadar devam ediyor. Dolayısıyla sorunsuz, keyifli bir yolculuk oluyor. Yolun bazı noktalarında gişeler önünüze çıkıyor. 2.40 Euro otoban geçiş ücreti ödeyip yolumuza devam ettik. Saat 11.3'da Gümülcine'ye (Komotini) vardık. Tabi Gümülcine'ye ve daha ilerideki İskeçe (Xanthi), Kavala gibi şehirlere girmeden yolumuza devem ettik. Amacımız biran önce Halkidiki bölgesine varıp otelimize yerleşmek ve de günü kaçırmazsak kendimizi egenin mavi sularına atmaktı. Kavala'yı biraz geçince bizdeki mola yerlerine benzeyen bir tesiste durup yemek yedik. 
Selanik'e 30 km. kalmıştı ama biz hala deniz tarafına dönmeden dağların arasından yol alıyorduk. Riske etmemek için küçük bir köye saptık ve önümüze çıkan benzin istasyonunda neredeyse hiç İngilizce bilmeyen pompacıya yolu sorduk. Ama ne hikmetse o İngilizce bizse Yunanca bilmememize rağmen anlaştık. Selanik üzerinden devam etmemizi ve Halkidiki tabelalarını göreceğimizi söylediğini varsayarak yola devam ettik :)) 
Otoyol Selanik şehrinin dışından dışından devam ediyor. Yolun sağ tarafında Selanik şehrini, Ata'mın doğduğu o muhteşem şehri tüm heybeti ile görebiliyorsunuz. Heybeti diyorum çünkü gerçekten çok büyük. Şehri gezmeyi dönüşe bırakarak ilerliyoruz. 
Halkidiki bölgesi denize üç parmak şeklinde uzanan yarımadalardan oluşuyor. İlk parmak Atos. Burası manastırların olduğu dini bir bölge. Giriş için Selanik'deki ofislerinden günlük sınırlı sayıda erkek özel izin alarak ziyaret edebiliyormuş. Biz kadınların girmesi ise kesinlikle yasak. İkinci parmak Sithonia bölgesi. Yerleşim yerleri daha az ama plajları için Yunanistan'ın Maldivleri tanımlamasını hak ettiğini  söylüyor gidenler. Biz bu bölgeyi bir sonraki gezimize bıraktık. Üçüncü parmak Kasandra. Bölgenin en hareketli yeri diyebiliriz. Birbirine çok yakın kasabalara ulaşmak çok kolay. Yollar güzel, çevre ve doğa harika. Kasabalar, tesisler, evler ve plajlar çok şık ve bakımlı. 
Pefkahori kasabasındaki otelimize saat 16.00 civarı vardık. Kalabalık olduğumuz için otele giriş yapmamız ve yerleşmemiz biraz zaman aldı. 

Oteli hepimiz çok beğendik. Sahipleri de çok ilgili ve cana yakın insanlar. Üstelik fiyatı da çok uygundu. Her yoğun günün ardından  otele dönüp gece balkonda oturarak kuşlarının sesini dinlemek ve  günü noktalamak muhteşemdi.



İlk akşam çıkıp kasabayı dolaştık. Pefkahori çok güzel ve canlı bir kasaba. Plajları, hediyelik eşya satan dükkanları, kafeleri ve tabi ki tavernaları çok keyifliydi.

Kızım Bahar ve kuzeni Tuna tatilin en çok eğlenenleri oldu elbette...

Gelelim yeme içme kısmına. İlk akşam sahilde Bakalis tavernada yedik. Denize sıfır ve manzarası çok güzel. Biz Haziran başı gittiğimiz için akşamları biraz serin oluyordu ama yine de üzerimize şal alıp dışarıda oturabildik. 
Boyuta dikkat!

Klasik Yunan mezelerinin yanında hamsi, haşlanmış midye, kalamar ve tabi ki ahtapot yedik. Hepsi çok başarılıydı. Hele yemeğin sonunda bir tatlı tabağı geldi ki...










Ertesi gün yine Pefkahori'de bir plaja gittik. Tüm günü plajda geçirdik ve biraz dinlendik. Öğlen yemeği için plaj sahipleri sahilde kendi tavernalarını tavsiye ettiler. Eşim Yaşar önden gidip bir keşif yaptı. Mönü ve konum tam not alınca öğlen yemeğimizi plaja yürüme mesafesinde olan Vlahos'ta yedik. Yemekler yine güzeldi ancak içtiğimiz ev şarabı seyahat boyunca içtiğimiz en iyi  şaraptı diyebilirim. Yemeğin sonunda ikram edilen tatlıları görünce hepimizden itiraz sesleri yükselse de beş dakika sonra tabakta hiçbir şey kalmamıştı:))
İkinci gün akşam yine plaj sahiplerinin mihmandarlığı ile Yaşar'ın keşfettiği eski köy meydanını gezdik.
Eski bozulmamış hali, kilisesi, köy meydanı ve kahvelerin önünde ufak ufak demlenmeye başlayan yaşlı köy sakinleri ile gerçekten görülmeye değer. Cuma ve Cumartesi akşamları köy meydanında canlı müzik olduğunu öğrenince Cuma akşam programımızı hemen yaptık. 
Köy gezimizin ardından yakındaki yerleşim yerlerinden biri olan Polychrono'ya gittik. Polychrono bizim yazlık mekanlara özellikle Didim'e   benzeyen kalabalık, hareketli bir tatil beldesi. 
Öğle yemeğini fazla kaçırdığımız için hiçbirimiz çok aç değildik. Biraz turladıktan sonra Flegra adlı tavernaya konuşlandık. Sahibi Yannis ile dünyanın ve özellikle Yunanistan'ın durumu - seçimlerden sonra- ve de tabi ki Türkiye'nin durumu ile ilgili epey koyu sohbet ettik. Bir şeyler de atıştırdıktan sonra oldukça mutlu ayrıldık Flegra'dan.
Yannis, papağanı ve kızım Bahar...
Pefkahori'den yarımadanın burnuna doğru gidildiğinde Loutra'ya gelmeden önce Agia Paraskevi köyü mutlaka ziyaret edilmeli. Eski taş evler, taş işçiliği ve köydeki kilise görülmeğe değer. Üçüncü gün gezimiz buradan başlayıp Posidi'ye doğru devam etti. Posidi güzel bir sahil. Biz de tavernası olan bir plajı tercih ederek hem öğle yemeğimizi yedik hem de şemsiye ve şezlonglardan ücretsiz faydalandık. Yemekleri, ev şarabı ve özellikle pizzası harikaydı. Tavernanın adını hatırlamıyorum ama lokanta kısmı yolun üstünde plaj ise altında kalıyordu. Ayrıca denize yüzünüzü döndüğünüzde en soldaki mekan diye tarif edebilirim gitmek isteyenler için.
Dördüncü gün Pefkahori'deki Rus manastırına çıktık. Çıktık diyorum çünkü baya dağın tepesinde. Şehir merkezinden sola döndüğünüzde dağa doğru yaklaşık 10 dakikalık bir yolculukla ulaşabileceğiniz bu manastır çok güzel bir yere konumlanmış. 

 Bakımlı, güzel ve huzur veren bu dini yapıyı görün derim.

Manastır gezimizin devamında Afitos'a geçtik. Köyün içindeki manzaraya hakim Notos kafede bir kahve molası verdik.
 Afitos çok şık, bakımlı ve lüks mekanlara sahip bir tatil beldesi. Köy tepeye konumlanmış, deniz aşağıda. Biz burada hiç denize girmedik. Sadece köyü gezdik ve kafelerinde oturduk ama görülmeye değer gerçekten.

Tatil hızla geçiyordu ve beşinci güne gelmiştik. Kalithea'da Papua Beach ise tatilimizin en güzel denizi oldu. Muhteşem bir deniz ve lokasyon.

Plajda kişi başı 4 Euro alıyorlar 
(çocuklar hariç) ve size bir fiş veriyorlar şezlong ve şemsiye karşılığı. Sonra bu fişle kahve, kola yada bira gibi herhangi bir içeceği bedava içerek aslında plaja para ödememiş oluyorsunuz. Papua plajı için Kasandra bölgesinin en iyi plajı ve denizi olduğu söyleniyor. Biz de gezip gördüğümüz plajlar arasında en çok burayı beğendik.
Papua plajının üstünde bir de tavernası var; Isalos. Tavsiye ederim yemekler güzel, balıklar çok tazeydi. 
Ertesi gün Pefkahori'den kalkan teknelerle orta parmağa yani Sithonia'ya kadar tam günlük bir tekne gezisi yaptık. Tekne sabah 09.00 gibi Pefkahori'den kalkıyor yolda bir yüzme molası vererek Nea Marmaras'a kadar gidiyor. Nea Marmaras'ta iki saatlik serbest zaman var. Biz Nea Marmaras'ı pek beğenmedik. Fazla bina var ve pek sevimli bir kasaba değil.
Bu fotoğrafa bakıp her yer böyle zannetmeyin. Burası en güzel yeri :))

Tekneye dönüp et, salata, pilav, meyve ve içecekten oluşan öğle yemeğimizi (fiyata dahil) yedikten sonra yola çıkarak,  canlı müzikli, danslı, eğlenceli bir seyirle tekrar Kasandra kıyılarına döndük. Yapacak daha iyi bir programınız yoksa deneyebilirsiniz. 

Akşam köy meydanındaki tavernada canlı müzik dinlemek ve sirtaki izlemek üzere otelden ayrıldık. Biraz gezi, biraz alışveriş derken saat 21.00 civarı tavernadaki yerimizi aldık. Bu arada köy meydanındaki Terra Kasandra isimli geleneksel ürünler satan dükkana mutlaka uğrayın. Sahibi genç bir hanım. Hem ürünleri güzel hem de sahibesi çok cici. Her konuda yardımcı oluyor, bölge hakkında detaylı bilgi veriyor. Pefkahori köy meydanında "Greek Night " gerçekten muhteşemdi. Tavernanın adı Villa Elia . Zaten küçük meydandaki tek canlı müzik yapılan mekan. İki kişiden oluşan orkestra bize şahane bir müzik ziyafeti çekti. Ayrıca köy çocukları - çocuk diyorum gerçekten çocuk sekiz bilemedin dokuz yaşlarında bir kız bir erkek - bir sirtaki yaptı ki görmek lazım. Bu arada yemekler de şahaneydi. Özellikle beyaz peynir, sarımsak, domates ve patlıcan ezmesiyle yapılan bir meze var mutlaka deneyin. Ayrıca etleri de çok güzel. Seviyorsanız pirzola yemeyi de ihmal etmeyin. 
Son günümüzü çok sevdiğimiz mekanlara tekrar giderek geçirdik desem yalan olmaz. Gündüz Papua Beach, Isalos'ta öğle yemeği, akşam da yine köy meydanı eğlence. Harikaydı. 

En kısa zamanda Halkidiki'ye tekrar gelmek üzere ayrıldık. Dönüş yolunda planımız üzere Selanik'de mola verdik. Ve Ata'mızın doğduğu evi ziyaret ettik. Bir kez minnet ve şükran duydum ülkemiz ve milletimiz için yaptıklarından dolayı. Hele Zübeyde hanımın sanırım bal mumu bir heykeli vardı ve o kadar canlıydı ki hepimiz eğilip elini öpmek istedik.